Emir Mavitan, genç yaşta başladığı yönetmenlik kariyerinin ardından yazarlık kariyerine de “Ait Olmadığım Dünya” romanı ile hızlı bir giriş yapıyor. Emir’in orta metraj bir film senaryosu olarak çıktığı bu yolculuğun onu bir roman yazmaya itmesi aslında onun çok yönlü biri olduğunu gösteriyor.
Yönetmen kimliğinizin dışında yazarlıkta yapıyorsunuz. İlk kitabınız “Ait Olmadığım Dünya”’yı yazarken yönetmen Emir Mavitan’ın sizi etkilediği kısımlar oldu mu?
Esasen kendimi henüz yönetmen ya da yazar olarak göremiyorum. Dünya çapında her iki kulvarında çok güçlü temsilcileri ve ikonları var. Fakat iyi bir hikâye anlatıcısı olduğuma inanıyorum. Hayatınızın her noktasında, her sohbetinizde hikayeler dinlersiniz. Bazılarından sıkılırsınız. Bazıları sizi etkiler veya yer edinir. İyi bir hikâye anlatımında akışınız önemlidir. Bağlaçlarınız önemlidir. Temponuz ve hatta ses tonunuz bile önemlidir. Dinleyenlerin dikkati çabuk dağıldığı için doğru yerlere vurgu yapmadan iyi bir hikâye anlatmanız mümkün değildir. On bir senedir mesleğimi icra ediyorum. Ve bunca zamandır en büyük endişem izleyici ve okurlar acaba bir sonraki sahnemi merak edecek mi? Ya da onlarda bir duygu oluşturabilecek miyim? Bu çok ciddi bir yüktür aslında. Filmde her bir sahne, bir sonraki sahneyi merak ettirmeliyken, romanda ise her sayfayı okuduğunuzda bir an önce diğer sayfaya geçmeyi beklemelisiniz. Aslında hikâye anlatımını bu iki pratiğin ortasına yerleştirirseniz birbirlerine çok benzeyen ve birlikte daha da güçlenen bir yapı olduğunu fark edeceksiniz. Hikâye insandır, hikâye coğrafyadır. “Ait Olmadığım Dünya” kaybolmuş bir jenerasyonun, kendini bir yere konumlamaya çalışan bir kadının eski travmalarından sıyrılıp, kendine Güney’de yeni bir hayat kurma çabasını anlatıyor. Çok fazla hayatı sorgulama, bar edebiyatı, gizem, gerilim ve hatta polisiye koşturmanın olduğu bir hikâye. En büyük amacım, okur kitabın son sayfasını kapattığında “bu romandan şahane film olurmuş” diyebilmesiydi. Son dönemde aldığım geri dönüşler de bu doğrultuda olunca açıkçası çok mutlu oldum. Çünkü benim durduğum yere göre ikisi pratikte ayrılmaz bir ikili. Bu ülkede yaşayan herkesin hikâyesi bence çok ilginç. O yüzden kimle konuşsanız kendi hayatının film olabileceğini öne sürer. Doğrudur da. Tabii anlatmasını, okutmasını ve izletmesini başarabilirsen. Çektiğim reklamlarda her zaman ürünlerin altına hikayesini yerleştirmeye çalışırım. Geçtiğimiz senenin 10 Kasım Şişecam filmi de bu anlamda benim için şahane bir tecrübe oldu. Cam sanatçısı Simon Berger ile bir adet cam ve çekicin siyah stüdyoda bu kadar büyük bir etki yaratmasının mümkün olduğunu deneyimlemek şahaneydi. Yaşım ilerledikçe daha da insanın özüne, coğrafyanın dertlerine, hikayelerin kırılma noktalarına inebildiğimi hissediyorum. İnanın ki bu konuda senelerin bana katacakları konusunda çok heyecanlıyım. Sabırsızlıkla bekliyorum. Yaşıyorum ve deneyimliyorum.
Ödüllü birçok filme imza attınız. Kendi kitabınızı da film olarak görecek miyiz?
İlk soruda bahsettiğim gibi kitabı yazarken çıkış noktam buydu. Hatta bu hikâye kitap öncesinde benim orta metrajlı bir senaryomdu zaten. İtiraf edeyim, ilk yazdığımda senaryoyu beğenmemiştim. Karakterleri tanımak amaçlı yazılar yazdım. Onlar beni motive etti ve romana dönüştü. İlk defa roman yazacak olsam da, önceden birçok senaryoyu kaleme almıştım ve bir de 110 dakikalık uzun metraj sinema filmi olan “Göçebe”’yi hayata geçirme fırsatı bulmuştum. 22 yaşında bu tecrübeye sahip olabildiğim için kendimi çok şanslı hissetsem de, bazen lanetimin de bu olduğuna inanmışımdır. O yaşta bu kadar büyük bir sorumluluğun altına girmek sanırım birçok şeyi de beraberinde getirdiği gibi götürdü. TRT ile birlikte bu projeyi hayata geçirmek için bir buçuk sene boyunca senaryo revizyonu yapmıştım. Yazmanın ne kadar zor, ne kadar uğraştırıcı, ne kadar disiplin işi olduğunu ve aynı zamanda ne kadar psikolojinizle de ilgili olduğunu ilk orada tecrübe etmiştim. Hayat geçiyor, insanlar değişiyor, siz masanızın başında yazıyorsunuz. Genç biri için zor bir denklem. Fakat roman yazmak bundan da zormuş. Tabii ki başlarken hazırlıklıydım. Ancak yolun ortasına geldiğinizde bir bu kadar daha yol olduğunu görünce güçlü kalmak, kendinizi disipline etmek ve bir yandan da hayatınızı idame ettirmek için çalışmak bambaşka bir öğreti oldu. Şu anda romanı görselleştirmek üzere çalışmalara başladık. Farklı yapım firmaları ve platformlar da ilgi gösteriyor. Çok mutlu ve heyecanlıyım. Benim için üç buçuk senelik bir projenin ilk bölümü tamamlandı. Şimdi ise ikinci bölümü başlıyor.
Sizce dijital dünya bizi ne kadar globalleştiriyor?
Oldukça fazla. Ancak bu da hayatlarımıza büyük bir sorunsalla geliyor. Her şeyin bu kadar ulaşılabilir olması ve herkesin her şeyi gözler önünde yaşaması yukarıda da bahsettiğim gibi 1980 ile 2010 kuşağı arasında ciddi bir psikolojik savaş haline dönüşüyor. Bilgi akışı hiç olmadığı kadar kuvvetli. Hiç olmadığı kadar ucuz ve ulaşılabilir ancak dünya tarihinde yine hiç olmadığı kadar değersiz. Bilgiye olan açlığımız azalırken, eğlenceye ve hazza olan ihtiyacımız artıyor. En önemlisi de sabır ve dirayet ortadan kalkıyor. Benim yaşım henüz genç farkındayım ancak on dokuz yaşından beri kendimi belli bir alana adamış biriyim. Her geçen sene ise hedefimden ne kadar uzak olduğumun farkına daha çok varıyorum. O yüzden yukarıda da dediğim gibi, yirmi iki yaşında sinema filmi yazmak, yönetmek, yapımcılığını yapmak bir anlamda lanetim olabiliyordu. O yaştaki Emir’e sorsaydınız on seneye Oscar ödüllerinde olurdu muhakkak. Ama öyle olmuyor tabii ki. Bu kadar genç yaşta okyanusu geçmek için atladığınızda dalgaları bilmenizin ihtimali yok. Benim hikayemde olduğu gibi, şimdiki yirmili yaşlardaki gençlerde de bu tam olarak mevcut. Hemen olsun, şimdi olsun ve aman yorucu olmasın algısının git gide daha da fazlalaştığını ne yazık ki gözlemliyorum. Sabır ve disiplin dijital dünyanın bize getirdiği başarı hikayeleri ile baltalanıyor. Her gün şahane hayatlar yaşayan insanları izliyorken, onların o başarıya ulaştıkları yolları görmemiz mümkün değil tabii ki. O hayatları yaşarken nelerden taviz verdiklerini de insanlara göstermeleri mümkün değil. Zor bir konu, git gide yaşam alışkanlıklarımızı değiştireceğini düşünüyorum.
Tüm bu yoğun temponuz arasında kendinize nasıl vakit ayırıyorsunuz?
Benim de günümün en büyük problemi sanırım bu. Çok fazla vakit ayıramıyorum. Ülkemiz gerçekten çok zor zamanlardan geçiyor, bir yerde çalışan olmak da zor, kendi şirketinizi idare etmek de gerçekten çok zor. MUG Creative Production House’ı 2012 yılında kurdum. Sanırım en çok çalıştığım seneler de bu geçtiğimiz üç dört senelik zaman dilimi oldu. Pandemi ile değişen dengeler, sonrasında ülkenin ekonomik durumları, reklam sektörü, sinema ve film endüstrisinin tüm bunlara adapte olma çabası derken mücadele seviyesi git gide arttı. Ama en güzel projelerimi de bu süre zarfında hayata geçirmenin fırsatını bulabildim. Fakat bir yandan şirket, bir yandan roman, bir yandan yönetmenlik kariyerim derken Emir’i unuttuğum zamanlarım oldu. En büyük kafa dağıtma aracım spor oldu bu dönemde. Aksatmayı sevmem, aksattığımda da moralim gereksiz fazla bozulur. Düzenli spor yapmak hayatıma daha da iyi odaklanabilmemi sağlıyor. Son dönemde de tenisi tekrar hobilerim arasına almanın mutluluğu içerisindeyim.
FOTOĞRAF / PHOTOGRAPHY: EGEMEN PIRLANT