Hilton Bosphorus’ta “5 çayına” katılıp bu modernist yapıda sıkça vakit geçirmeye alışık bir İstanbul cemiyet hayatından, Selçuklu desenleriyle bezeli post modern mimariye sahip binaların salonlarda vakit geçirmeye başlayan bir cemiyet hayatına… Bu geçiş 90’lar ile birlikte çok hızlı oldu. Hep merak ettiğim şey, biz bu hızlı geçişe aslında ezelden sevdalı mıydık? Yoksa modern dönemlerimizde de “-mış gibi” miydik? Hissettiğim şu ki, modern hayat düşündüğümüzden daha küçük bir kitle tarafından yaşanabilmiş. Yoksa bu kadar çabuk harcanamazdı. 

Hilton İstanbul Bosphorus

İstanbul’un her geçen gün devasa kütlesine kütle ekleye dursun, eskiden şehrin mimarisine eklenmiş zarif modern yapılar artık bu kütlenin içinde kaybolmaya başladı bile. Mimar Maruf Önal’ın Akaretler’deki Belen Evi ya da Kireçburnu’ndaki Ardaş Bezaz Evi, Sedad Hakkı Eldem’in Büyükada’daki Rıza Derviş Villası ya da Yeniköy’deki Safyurtlu Evi,

Belen Evi
Rıza Derviş Evi

Radi Birol’un Sarıyer’deki kendi evi, Zühtü Başar’ın Eminönü’ndeki Kurukahveci Mehmet Efendi binası ve sayması sayıca kolay olabilecek şehirde varlığını sürdüren diğer modern yapılar.

Radi Birol Evi
Safyurtlu Evi

Hepsi de bir varlık mücadelesi veriyor. Selçuklu motiflerine, oyma kakmaya, varaklara, abartılı süs ve kaplamaya, granite, aluminyum korkuluklara, kompozite karşı yenilgideler. Bu yenilgi tercih anlamında bir yenilgi. Estetik olarak yenilmez durumdalar elbette.

Bu durumu İstanbul özelinde ele alsam da, hangi şehrimiz için geçerli değil ki?

Demek ki insanlar moderne küstü. Ya da hiçbir zaman barışmadılar? Ya da barışmış ve sevmişlerdi de, sonradan kandırıldılar mı? Bilemiyorum.